Kuş cıvıltıları birbirini kovalıyor Dolmabahçe Sarayı’nda. Ben ise bitap düşmüş vücudumla öylece uzanıyorum yatağımda. Gözlerim boş boş izliyor bulutları. Ama kafamın içi gözlerim gibi boş değil, üst katımda yatan kahramanı düşünüyor sürekli. “Ya o fedakâr, cesur bir çift mavi göze bir fenalık olursa; biz ne yaparız? Bu ülkenin evlatlarının ondan daha öğreneceği çok şey var.” Diyorum bir an odanın boşluğuna. Yankılanan sesim beni kendime getiriyor bir anlığına. Hızla yöneliyorum tahta kapıya doğru. Kendini bilmez ayaklarım yeşil çimenleri acımasızca çiğniyor bir anda. Bir yandan da soruyorum içimden “Ne arıyorum ben?” Cevap çok geçmeden takılıyor peşime. “Huzur”. Evet aradığım şey bu olmalıydı. Ama huzuru hak ediyor muydum bu kritik zamanda? ”Ata’ya yeni bir tabip mi bulunsa acep?” sorusu düşüyor bir an zihnime. Tam da o anda ilişiyor gözüme gazetedeki âhbar “ Efendiler! Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz.” Elime alıp inceliyorum hızlıca ‘bu büyük elfazları işittiğimizin bugün on beşinci tekrarıdır. Ama yüreğimiz buruktur. Çünkü kahraman Ata’mız hastadır. Onun tek ihtiyacı olan şey ise moraldir. Onun moral bulması ise bize bağlıdır. Biz ne kadar mutlu olur isek Atamız da o adar huzurlu olacaktır. Tam da bu sebepten ötürü şimdi birlik vaktidir. Bu sözlerin o büyük kahraman Ata’mıza ait olduğu aklıma geldi bir anda. Yüzüm ıpıslak oluverdi.
Daha kendimle acımı yaşayamadan bir feryat karıştı gök kubbeye “Salih, yetiş!” İsmimi işitmemle beraber koştum sesin kaynağına doğru. Atam yatağına boylu boyunca uzanmış yatmakta. Pakize ise başında yaygaralar koparıyor. O anda yüreğim cız etti. Ama şimdi hüzün beslemenin vakti değil. Önce Pakize’yi sakinleştirmem icap ediyor, dedim. Gerekiyor ama bunu nasıl yapacağım?Daha kendim sükunetimi koruyamamışken nasıl başaracağım ki bunu?
Hızlı adımlarım Pakize’ye yöneldi bir anda. Kolundan tuttuğum gibi çıkarttım onu dışarıya. “Pakize, neden ağlıyorsun?” Ses tonumu oldukça hiddetli yapmaya çalıştım ama nafile. Çok geçmeden yüzlerimiz sırılsıklam oluverdi gözyaşlarımızla. Çaresizlik dört bir yanımızdan akan nehrimizdi işte o an. Az önce etiğim duaların kabul olmayışı daha çok parçalamıştı yüreğimi. En başta sormam gereken o soru bir anda düşüverdi aklıma. Sessizce sorduğum “Ne oldu, Ata’mıza kötü bir şey mi oldu?” sorusu aklımızın başımıza gelmesini sağlamış olmalıydı. “Atamız yaşıyor ama çok vakti kalmamış. Tabip öyle söyledi.” Dedi, titrek sesiyle. Aldığım bu cevap yüreğime bir nebze de olsa su serpti. Ama tamamıyla sabahate ermem için tabi ki yeterli gelmedi. Boğazını temizleyerek güç bela devam etti cümlesine. Ama 29 Ekim Bayram’ına katılmayacak dendi. O kadar da kıyafetlerini hazırlamıştı oysa ki. Ferahlayan yüreğime tekrardan bir ağırlık çöktü o an. Demek yaklaşmamasını temenni ettiğim o vakit koşar adım yaklaşıyor olmalıydı bize doğru. Ben ise koşar adım bize yaklaşan sonun getireceği sorunlardan uzaklaşmak istercesine hızla indim ahşap merdivenlerden. Kendimi odama kilitlediğim o an sorunlar peşimi bırakır zannediyordum. Ama aksine yüreğimdeki ağrı dayanılmaz bir hal almıştı. Sonrası tıpkı geleceğimiz gibi kapkaranlık bir kuyuydu.
Gözlerimi açtığımda beyaz tavanın ardından bir sürü yakınma sesleri işittim. Olduğum yerden doğrulduğum an hızlıca çıktım merdivenleri ve işte kaçtığım o gerçek tam karşımdaydı şimdi. Mavi gözler yoktu artık. Saatime baktım bir an. Dokuzu beş geçiyordu. Tarih ise 10 Kasım’dı. “Nasıl yani? Ben bu kadar uzun süredir uyuyor muyum? Bu kadar uzun süredir uyuyorum ve uyanmak için bugünü mü beklemiştim? Ya da beni uyandıran kaçtığım gerçekler miydi? Gerçi bu soruların artık pek de bir önemi kalmamıştı. Geleceğimiz kararmıştı. Yüreğimiz; parçaları dört bir yana dağılmış bir yapbozdu. Artık kimse toparlayamazdı. Karşımdaki manzaraya herhangi bir insan evladının dayanabilmesi mümkün değildi.
Hızla odama yöneldim. Sorunlardan kaçıyor gibi görünüyor olabilirdim. Ama bu sefer kaçmayacaktım. Kaçmak insanoğlunun yaptığı en büyük hatalarından biriydi çünkü. Çalışma masamın çekmecesini açtım hışımla. Bu sorunları kendim halledemezdim. Ata’mın yanına gitmeliydim. Kararlılıkla yırttım üzerimdeki beyaz gömleği. Göğsümdeki tentürdiyotlu noktaya baktım dikkatlice. Atam ilk hastalandığında tabipe sorduğum “insan neresinden yara alırsa ölür?” sorusunun cevabı düştü zihnime. ”Şakağından yara alırsan kör kalırsın. Bir veya iki santim yukarısı öldürür. Ama en garantisi kalptir…” Böyle söylemişti tabip. Ben de işaret koymuştum o dediği yere. Bugünün hazırlığıydı işe o. Tabip efendinin cevabımı aldıktan sonraki sözleri aklıma düşüverdi bir an; “bunları sana dedim Salih ama sakın bir fenalık yapma!” diye uyarmıştı beni. Ama bu sözlerin bende pek bir tesiri olmamıştı. Hem Ata’sız yaşamak çok da manalı gelmiyordu. Hayatın tüm renklerini almışlardı benden. İşte mağluptum şimdi düşlerime. Düşünmeden çektim tetiği tentürdiyotla işareti yere. Göğsümdeki acının bir önemi yoktu şimdi. Tüm sorunların çözümüne doğru bir yola koyulmuştum. Artık kaçmak yoktu, yakalamak vardı. Aradığım şeyi de bulmuştum üstelik. İşte huzur tam da önümde duruyordu.
Daha kendimle acımı yaşayamadan bir feryat karıştı gök kubbeye “Salih, yetiş!” İsmimi işitmemle beraber koştum sesin kaynağına doğru. Atam yatağına boylu boyunca uzanmış yatmakta. Pakize ise başında yaygaralar koparıyor. O anda yüreğim cız etti. Ama şimdi hüzün beslemenin vakti değil. Önce Pakize’yi sakinleştirmem icap ediyor, dedim. Gerekiyor ama bunu nasıl yapacağım?Daha kendim sükunetimi koruyamamışken nasıl başaracağım ki bunu?
Hızlı adımlarım Pakize’ye yöneldi bir anda. Kolundan tuttuğum gibi çıkarttım onu dışarıya. “Pakize, neden ağlıyorsun?” Ses tonumu oldukça hiddetli yapmaya çalıştım ama nafile. Çok geçmeden yüzlerimiz sırılsıklam oluverdi gözyaşlarımızla. Çaresizlik dört bir yanımızdan akan nehrimizdi işte o an. Az önce etiğim duaların kabul olmayışı daha çok parçalamıştı yüreğimi. En başta sormam gereken o soru bir anda düşüverdi aklıma. Sessizce sorduğum “Ne oldu, Ata’mıza kötü bir şey mi oldu?” sorusu aklımızın başımıza gelmesini sağlamış olmalıydı. “Atamız yaşıyor ama çok vakti kalmamış. Tabip öyle söyledi.” Dedi, titrek sesiyle. Aldığım bu cevap yüreğime bir nebze de olsa su serpti. Ama tamamıyla sabahate ermem için tabi ki yeterli gelmedi. Boğazını temizleyerek güç bela devam etti cümlesine. Ama 29 Ekim Bayram’ına katılmayacak dendi. O kadar da kıyafetlerini hazırlamıştı oysa ki. Ferahlayan yüreğime tekrardan bir ağırlık çöktü o an. Demek yaklaşmamasını temenni ettiğim o vakit koşar adım yaklaşıyor olmalıydı bize doğru. Ben ise koşar adım bize yaklaşan sonun getireceği sorunlardan uzaklaşmak istercesine hızla indim ahşap merdivenlerden. Kendimi odama kilitlediğim o an sorunlar peşimi bırakır zannediyordum. Ama aksine yüreğimdeki ağrı dayanılmaz bir hal almıştı. Sonrası tıpkı geleceğimiz gibi kapkaranlık bir kuyuydu.
Gözlerimi açtığımda beyaz tavanın ardından bir sürü yakınma sesleri işittim. Olduğum yerden doğrulduğum an hızlıca çıktım merdivenleri ve işte kaçtığım o gerçek tam karşımdaydı şimdi. Mavi gözler yoktu artık. Saatime baktım bir an. Dokuzu beş geçiyordu. Tarih ise 10 Kasım’dı. “Nasıl yani? Ben bu kadar uzun süredir uyuyor muyum? Bu kadar uzun süredir uyuyorum ve uyanmak için bugünü mü beklemiştim? Ya da beni uyandıran kaçtığım gerçekler miydi? Gerçi bu soruların artık pek de bir önemi kalmamıştı. Geleceğimiz kararmıştı. Yüreğimiz; parçaları dört bir yana dağılmış bir yapbozdu. Artık kimse toparlayamazdı. Karşımdaki manzaraya herhangi bir insan evladının dayanabilmesi mümkün değildi.
Hızla odama yöneldim. Sorunlardan kaçıyor gibi görünüyor olabilirdim. Ama bu sefer kaçmayacaktım. Kaçmak insanoğlunun yaptığı en büyük hatalarından biriydi çünkü. Çalışma masamın çekmecesini açtım hışımla. Bu sorunları kendim halledemezdim. Ata’mın yanına gitmeliydim. Kararlılıkla yırttım üzerimdeki beyaz gömleği. Göğsümdeki tentürdiyotlu noktaya baktım dikkatlice. Atam ilk hastalandığında tabipe sorduğum “insan neresinden yara alırsa ölür?” sorusunun cevabı düştü zihnime. ”Şakağından yara alırsan kör kalırsın. Bir veya iki santim yukarısı öldürür. Ama en garantisi kalptir…” Böyle söylemişti tabip. Ben de işaret koymuştum o dediği yere. Bugünün hazırlığıydı işe o. Tabip efendinin cevabımı aldıktan sonraki sözleri aklıma düşüverdi bir an; “bunları sana dedim Salih ama sakın bir fenalık yapma!” diye uyarmıştı beni. Ama bu sözlerin bende pek bir tesiri olmamıştı. Hem Ata’sız yaşamak çok da manalı gelmiyordu. Hayatın tüm renklerini almışlardı benden. İşte mağluptum şimdi düşlerime. Düşünmeden çektim tetiği tentürdiyotla işareti yere. Göğsümdeki acının bir önemi yoktu şimdi. Tüm sorunların çözümüne doğru bir yola koyulmuştum. Artık kaçmak yoktu, yakalamak vardı. Aradığım şeyi de bulmuştum üstelik. İşte huzur tam da önümde duruyordu.